SORAYAYI TAŞLAMAK

2 Eylül 2020

Yorum Yok

Devamı



 (Bu gerçek yaşam öyküsü 2008 yılında beyaz perdeye " Sorayayı Taşlamak " adıyla aktarılır.)


13 yaşındaki İranlı Soraya, küçük suçlardan sabıkalı 20 yaşındaki Ghorban Ali ile evlendirilir.

23 yıl süren evliliğinde yedi çocuğu olur. Kocasının dayaklarından dolayı iki bebeği de ölü doğar.

İran'da 1979 yılında İslam devrimi ile her şey değişir.

Komşu kasabada gardiyan olarak çalışan Ghorban Ali, orada 14 yaşındaki bir kıza göz koyar.

Soraya'yı boşamak ister. Fakat nafaka vermemek için onu sadakatsizlikle suçlar ve yalancı tanıklar ayarlar.

Çocukluk arkadaşı Firuze'nin ölümünden sonra Soraya, ortadan kalan kocası Haşim ve çocuklarına ev işlerinde yardım etmeye başlar.

Hain planı için bu durumu kullanan Ali, karısının onun Haşimle aldattığını ileri sürer ve kısa süre içerisinde bunu küçük kasabada yayar.

Ali daha sonra Haşim'i tehdit ederek yalan söylemesini ister, çünkü hükmün gerçekleşmesi için dört erkek şahide ihtiyaç vardır.

Bunlar bir şekilde bulunur ve Soraya'nın babası Morteza Ramazani de toplum baskısına boyun eğerek recm cezasını onaylar.

35 yaşındaki Soraya, 15 ağustos 1986 tarihinde şeriat hükümlerine göre recm ile kurban edilir.

Soraya'ya son sözleri sorulduğunda verdiği yanıt şu olur:

"Bunu nasıl yapabilirsiniz? Sizler benim dostum, arkadaşlarımsınız. Birlikte aynı sofraya oturduk, aynı yemekten yedik. Sen benim babamdın, sizler benim oğullarımdınız, sen benim kocamdın! Bunu bana nasıl yapabildiniz? Bunu herhangi bir insana nasıl yapabiliyorsunuz?

Ağlamayacağına söz veren Soraya'ya ilk taş darbesi babasından gelir.

Daha sonra sırasıyla oğullarının ve kocasının, ardından da salyaları akan halkın attığı taşlarla katledilir.

Recm cezasının uygulanmaması için çaresizce çırpınan Soraya'nin halası Zahra, bu olayı tüm dünyaya duyuracağına dair kendisine söz verir.

Katliam sonrası İran asıllı Fransalı yazar Freidoune Sahebjam'a anlattıkları yazar tarafından kitaplaştırılır.


DİN SEÇİM, TÜRKLÜK KADERDİR

28 Ağustos 2020

Yorum Yok

Devamı



Kuranda tövbe etmekle ilgili 68 ayet var. Bunlardan birini ve bir de hadis yazacağım.

5:39 - Kim yaptığı haksızlıktan sonra tövbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tövbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.

Hadis No:4129 Ravi: Ebu Eyyub: Tanım: Resulullah (sav) buyurdular ki: "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teala hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tövbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." Kaynak:Kütüb-i Sitte.

İnsanlar bu ayet ve hadisleri okuyorlar. Demek ki benim günah işleme ve tövbe hakkım var diye düşünmekteler. Bir milletvekili: "Benim günah işleme özgürlüğüm var." Diğer bir millet vekili de "Hele seçimi geçelim, gerekirse tövbe ederiz." demişti.  

Yaşar Nuri Öztürk der ki: "Türkiye'de 100 bin cami ve bu camilerde görev yapan bir o kadar da din görevlisi var. Devlet bütçesinden din hizmetleri için yıllık 2 katrilyon (Bu sene 11.5 katrilyon) lira da para harcanıyor. Ülkemiz ahlaksızlık, yolsuzluk, sahtekarlık, yalancılık, dolandırıcılıkta dünyada ilk 10 içerisinde! Bunda bir tuhaflık yok mu?"

Evet. Bir tuhaflık var. İşte bu tuhaflığın kendimce nedenlerini ortaya koymaya çalışacağım. Maalesef okuyan bir toplum değiliz. Bazı şeyleri sorgulayalım ki gerçek ortaya çıksın.

Hoca Ahmet Yesevi'ye sormuşlar: Müslüman mısın? Elhamdülillah Türküm ve Müslümanım." Ama biz dinini soruyoruz. Der ki:" Din seçim, Türklük kaderdir." Türkler İslam'ı kabul etmeden önce dinleri yok muydu? Vardı: "Gök Tanrı Dini." Tarihin eski bir döneminde Araplarla yollarımız kesişmiş ve atalarımız o dönemin koşulları gereği İslam'ı kabul etmişler. Almanya'da doğsan Hıristiyan, İsrail'de doğsan Yahudi olacaktın. Aynı Sünni bir evde veya Alevi bir evde doğduğun gibi. Tıpkı Hıristiyan Katolik-Protestan mezhepleri gibi.

Batılıların dini yok mu? Onların Allah'ı yok mu? Onlarda her şey düzgün giderken bizde niye böyle oluyor? Çünkü onlar dini ne çıkara ne de siyasete alet etmekteler. Onlara göre din Allah ile kul arasında bir inanç ve ibadet olayıdır. Allah bana akıl vermiş. Ben o aklı kullanacağım demekteler. Akıllarını kullanmışlar ve çağı yakalamışlar.

Müslüman ülkelerinde ise tam tersi. Din siyasete ve çıkara alet ediliyor. Allah'la yatıp Allah'la kalkıyor. Ama hep işine geleni kullanıyor. Bu ayet ve hadisleri okudukları zaman kul hakkı, adalet, doğruluk gibi dindeki güzellikleri görmez. Neyi görüyor? Günah işleme ve tövbe etmeyi görüyor. Ben her haltı işlerim ama ibadet edersem Allah beni af eder. Böyle düşünen kötü bir insandır. Eğer seni kötülük yapmaktan Allah korkusu alıkoyuyorsa sen zaten kötü bir insansın. İslam ülkelerindeki anlayış aynen bu. Allah bana akıl vermiş ve ben o akılı kullanayım demiyor.

Hangi İslam ülkesine bakarsanız bakın her alanda geri kalmışlık ve cehalet var. Bu yüzden de çağı yakalayamıyorlar. Bir tane kalkınmış huzurlu bir İslam ülkesi örneği veremezsiniz. Buradan da anlaşılıyor ki bu ülkelerde yanlış giden şeyler var. Biz de ülke olarak Araplaştıkça bizde de aynı şeyler olmaya başladı. Ben Türküm diyemiyor. Atalarına ağza alınmayacak hakaretler yapıyorlar. Tek sevindiğim husus ise ülkemizde böyle düşünen şeriatçı kesimin azınlıkta oluşudur.

Toplum dine yöneldikçe ahlaksızlık artıyor. Demek ki bu bir tesadüf değil. Bu ahlaksızlık hangi kaynaklardan besleniyor? Cehalet ve geri kalmışlık. Peki bunu önlemenin yolu yok mu? Var. Eğitim ve kalkınma. Yani cehaleti ortadan kaldırmadan, ülkenin kalkınması sağlanmadan bunu yok etmek mümkün değil. Atatürk'ün şu sözünü yazmadan geçmek haksızlık olur: "Cehalet yenilmesi gereken en büyük düşmandır." Ülkemizin en temel sorunlarının başında ise cehalet gelmektedir. Bunu ortadan kaldırmadan çağı yakalamak asla mümkün değildir. Yani sonuç olarak Müslüman ülkelerindeki bu ahlaksızlık ve kötülük cehaletten ve geri kalmışlıktan kaynaklanmaktadır.

Her ne kadar kesintiye uğruyorsa da iyi ki hak, hukuk, adalet var. İyi ki bunların uygulanmasını sağlayan kurumlar var. Eğer bunlar olmasaydı herkesin yaptığı yanına kar kalırdı. "İşte ben yaptım. Allah af etsin." "Günahım varsa tövbe ederim" demekle olmuyor. Öyle yağma yok. Suçu olan er geç hesap verecektir. Öyle de umuyorum ki bir gün hesap vereceklerdir.

Mirabeou:"Adalet topaldır, ağır ağır yürür, fakat gideceği yere er geç varır."


NAZIM HİKMET'İN ATATÜRK'E YAZDIĞI MEKTUP

7 Temmuz 2020

Yorum Yok

Devamı





Cumhur Reisi Atatürk’ün Yüksek Katına,

Türk Ordusunu "isyana teşvik" ettiğim iddiasıyla "onb eş yıl ağır hapis"cezası giydim. Şimdi de Türk Donanmasını "isyana"teşvik" etmekle töhmetlendiriliyorum.

Türk inkılabına ve senin adına and içerim ki suçsuzum.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Yurdumun ve senin karşında alnım açıktır.

Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük bürokrat, gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilebilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirim.

Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim.

Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu "inkılap askerini isyana teşvik" damgasını ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.

Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin.

Kemalizm'den ve senden adalet istiyorum.

Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum. 18 Ağustos 1938

Celile Hanım, oğlu Nâzım Hikmet’in Atatürk'e yazdığı mektubun Atatürk'e ulaşmadığını tahmin etmiş olacak ki bu kez kendisi el yazısıyla Atatürk’e bir mektup yazar.

Aynı tarihlerde yazıldığı anlaşılan Celile Hanım’ın mektubu ise şöyledir:

"Gazimiz… Size iki kez geldik. Teyzezademin ve Fuat Paşanın çok selamı var.

Sizin çok merhametli olduğunuzu söylüyorlar. Affı hususinizi istiyoruz.

Yarattığınız Türk lisanının kıymetli bir hizmetkârı olan Nâzım’ı bağışlayın! Hapislerde her gün ah alarak üzülmesine mani olun. Bu husustaki adaletinizi bizden esirgememenizi rica ederiz." Enver Paşa Kızı Celile




SPİNOZA’NIN TANRISI

28 Mayıs 2020

Yorum Yok

Devamı






Baruch de SPİNOZA (1632-1677), akılcı (rasyonalist) felsefenin önde gelen adıdır.

İşte Spinoza'nın Tanrı’sı ya da doğası:

"Tanrı şöyle derdi:

Dua etmeyi ve göğsüne yumruk atmayı bırak! Yapmanı istediğim şey, dünyaya çıkıp hayatının tadını çıkarmanı, eğlenmeni, şarkı söylemeni ve senin için yaptığım her şeyin tadını çıkarmanı istiyorum.

Kendi inşa ettiğin ve benim evim olduğunu söylediğin o soğuk, karanlık tapınaklara gitmeyi bırak! Evim dağlarda, ormanda, nehirlerde, göllerde, plajlarda. Yaşadığım yer ve sana olan aşkımı orada ifade ediyorum.

Sefil hayatın için beni suçlamayı bırak, sana hiçbir zaman yanlış biri olduğunu ya da günahkar olduğunu ya da cinselliğinin kötü bir şey olduğunu söylemedim!

Seks sana verdiğim ve aşkını, sevincini ifade edebileceğin bir hediyedir. O yüzden seni inandırdıkları her şey için beni suçlama.

Benimle hiçbir ilgisi olmayan sözde kutsal yazıları okumayı bırak. Gün doğumunda, bir manzarada, arkadaşlarının gözlerinde, küçük oğlunun gözlerinde beni okuyamıyorsan beni hiçbir kitapta bulamazsın!

Güven bana ve benden istemeyi bırak. Bana işimi nasıl yapacağımı mı söyleyeceksin?

Benden bu kadar korkmayı bırak. Seni yargılamıyorum, eleştirmiyorum, sana sinirlenmiyorum, seni rahatsız etmiyorum, cezalandırmıyorum.

Ben saf aşkım.

Benden özür dilemeyi bırak, affedilecek bir şey yok.

Seni ben yaptıysam seni tutkuyla, sınırlamalarla, zevklerle, duygularla, ihtiyaçlarla, tutarsızlıklarla... Özgür iradeyle doldurdum... Senin içine koyduğum bir şeye cevap verirsen seni nasıl suçlayabilirim?

Seni olduğun gibi olduğun için nasıl cezalandırabilirim? Sence tüm çocuklarıma sonsuza kadar kötü davranan bir yer yaratabilir miyim?

Nasıl bir tanrı bunu yapabilir?

Her türlü emri unut, her türlü yasayı unut; bunlar seni manipüle etmek için, seni kontrol etmek için, sadece senin içine suçluluk duyguları yerleştirip seni manipüle ve kontrol etmek isteyenlerin işi.

Benzerlerine saygı göster ve kendin için istemediğin şeyi yapma. Senden tek istediğim hayatına dikkat etmen, uyarı durumunun rehberin olması.

Sevgilim, bu hayat bir test değil bir basamak; bir adım. Ne bir prova ne de cennete doğru bir başlangıç. Bu hayat şu anda yaşanıyor ve şu an senin ihtiyacın olan tek şey.

Seni tamamen özgür kıldım, ödül yok, ceza yok, günahlar yok, erdem yok, kimse skor taşımıyor, kimse kayıt tutmuyor. Hayatında bir cennet veya cehennem yaratmak için kesinlikle özgürsün.

Bu hayattan sonra bir şey olup olmadığını söyleyemem ama sana bir tavsiye verebilirim. Olmamış gibi yaşa. Sanki bu senin zevk almak, sevmek, var olmak için tek şansın.

Yani hiçbir şey yoksa sana verdiğim fırsattan zevk almış olacaksın. Varsa sana iyi mi kötü mü diye sormayacağım, sana soracaklarım: Beğendin mi? Eğlendin mi? En çok neyi beğendin? Ne öğrendin?...

Bana inanmayı bırak; inanmak tahmin etmek, hayal etmektir.
Bana inanmanı istemiyorum, beni kendinde hissetmeni istiyorum. Sevgilini öptüğünde beni hissetmeni istiyorum, küçük kızını yatırdığında, köpeğini okşadığında, denizde banyo yaparken.

Beni övmeyi bırak. Bencil bir Tanrı olduğumu nasıl düşünürsün?

Övülmekten sıkıldım, teşekkür edilmekten bıktım. Minnettar hissediyor musun? Bunu kendine, sağlığına, ilişkilerine sor.

Dünyaya göz kulak ol. İzlendiğini mi hissediyorsun? Neşeni ifade et! Beni övmenin yolu bu.

İşleri zorlaştırmayı bırak ve benim hakkımda sana öğrettiklerini tekrar etmeyi bırak.

Emin olman gereken tek şey burada olduğun, yaşadığın, bu dünya harikalarla dolu.

Neden daha fazla mucizeye ihtiyacın var? Neden bu kadar çok açıklama var?

Beni dışında arama, beni dışta bulamayacaksın. Beni içinde bul işte buradayım, senin içinde atıyorum."


KORONA VİRÜSÜNÜN BANA DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

15 Nisan 2020

Yorum Yok

Devamı




Geçmişte de böyle ölümcül salgınlar yaşandı. İnsanları kırıp geçirdi. Ne edilen dua ne de beddua çare olmadı. Ta ki aşı bulunana kadar. Bu gün de değişen bir şey yok. Aşı bulunana kadar bu virüs bizi kırıp geçirecek. Yapacağımız tek şey bu virüse yakalanmamak için tedbirli hareket etmek.

Benim asıl değinmek istediğim insanlık olarak bundan ders almak. Ne malın ne mülkün ne paranın hiç bir önemi yok. Şu anda tek düşüncemiz yaşama sevinci. Bizleri de ayakta tutan bu yaşama sevincimiz değil mi? Görüldü ki sınırların, ırkların, renklerin, dinlerin bir önemi kalmadı. Dünyadaki tüm ülkeler bu kavramları bir kenara bırakıp bir dayanışma içerisine girdiler. Olması gereken de buydu.

Biz doğaya karşı üstünlük kurmak için doğaya acımasızca saldırdık. Dengesini bozduk. Doğa karşısında bir hiç olduğumuzu bir türlü anlayamadık. Sonuç olarak ölüyorsun.  İşte bu ölüm korkusu tüm ülkelerdeki hayatı alt üst etti. Yaşam durma noktasına geldi. Doğa ne sınır, ne ırk, ne renk ne de dinleri tanıyor. Bunu kabullenmek gerekir. 

Bu ölümcül virüsün bize öğrettiği bir diğer gerçek ise aklın ve bilimin önemiydi. Akıl ve bilimi temel alan ülkelerin bu virüse karşı daha az kayıp verdiklerini gözlemledik. İnsanlarına her açıdan destek olduklarını gördük. Buradan çıkaracağımız sonuç ise Atatürk'ün dediği gibi:"Yaşamdaki en gerçek yol gösterici bilimdir." sözüydü."Eğer ilerde sözlerim bilimle çelişirse siz bilimi tercih edin." sözü de geleceği görme ön görüsü. Gerçeği de bu değil mi? Hepimiz dört gözle bulunacak aşıyı bekliyoruz. Bunu da sağlayacak olan akıl ve bilimdir.

Akıl ve bilimi temel alan ülkelerin Allah'ı yok mu? Onlar da Allah'a inanmıyor mu? Ama onları Müslümanlardan farklı kılan özelliği "Allah bana akıl vermiş. Ben o akılı kullanmak zorundayım."
demeleriydi. Akıllarını kullandılar ve bilimi rehber edindiler. Bu şekilde bilgi çağını yakaladılar. Bizde ise tam tersi oldu. Cehalet batağına saplandık. Akılı, bilimi, demokrasiyi bırakıp dine sarıldık. İşte şimdi biz ülke olarak bunun bedelini ödüyoruz.

İnsanın yaşam hakkı kutsaldır. Bunun üzerine kutsallık tanımıyorum. İnsanlık olarak yapacağımız tek şey yaşamın içinde insan kalmak. İnsanı insan yapan da aşk, saygı, sevgi, utanma, acıma, iyilik, kardeşlik gibi duygulardır. Diğerleri sadece bir etiket. Onlarla insan olunmuyor. Etiketleri bırakıp sıkı sıkı bu duygularımıza sarılmalıyız. Bu duygularımıza sarıldığımız sürece aynı zamanda özümüze de dönmüş olacağız. Yaşamı saçma sapan hayallerde değil gerçeklikte yaşamış oluruz.

Ben insanlığın bu olaydan mutlaka bir ders alacağını düşünenlerdenim. Hiç bir ideolojinin tutsağı değilim. İleride sağ -sol, ilerici - gerici gibi kavramların yok olacağını düşünüyorum. Tıpkı diğer etiketler gibi. İnsanları bölmekten başka bir işe yaramıyor. İnsan özüne döndükçe bunların gereksizliğini  anlayacak. Dünya vatanımız, tüm insanlar kardeşimiz ve iyilik yapmak dinimiz olacaktır. 

İki tür insan var. İyi insan ve kötü insan. İyi insanların mücadelesiyle dünya az da olsa yaşanılır hale geldi. Kötü insan ise bu gezegenimizin adeta bir pisliği. İyiler her zaman kötülere karşı er geç kazanmıştır. İnsanlık tarihi bunun mücadelesidir. Çok da bedel ödendi. Epey de bir yol alındığını düşünüyorum. Ve yol almaya da devam edeceğiz. Her kesimden iyi insanlar bir araya geldiği sürece dünya yaşanılır bir yer olacak. Bunu başaramadığımız sürece acılar devam edecek.


KORONA ÜZERİNE ÖNEMLİ BİR YAZI

15 Nisan 2020

Yorum Yok

Devamı




...Hepimiz bu virüse yakalanacağız. Hatta belki birçoğumuz yakalandı bile ama fark etmedi. Ve hatta hastalığı da atlattı. Vücudu virüsle yaşamaya çoktan alıştı ya da virüs o vücutta yaşayamadı ve başka konaklara geçti. Bu konuda en güzel örnek Diamond Princess gemisi. Gemideki 3700 kişinin 700'ünde test pozitif çıkmış. Ama bu 700 kişinin 350'si hastalığı hissetmemiş bile. Ve hala da çok sağlıklılar. Yatak döşek yatmıyorlar. Ki yaş ortalamaları da baya yüksek.

Peki neden böyle? Çünkü o 350 kişinin bağışıklık sistemi çok güçlü. Yani bu hastalıkta en önemli şey bağışıklık sistemi. Aramızda bağışıklığı iyi olanlar, spor yapanlar, doğru besinleri alanlar, sigara içmeyenler vb. bu hastalığı belki hissetmeyecek bile. Belki hafif bir grip gibi atlatıp hayatlarına devam edecekler.

Ne yapmak gerekiyor? Öncelik vücut direnci. Spor ve hareket. Sonrası beslenme. Özellikle meyve sebzeler ile daha spesifik şeyler, mesela sarımsak, yoğurt, kefir, yeşil çay vb. Sonrası ise besin takviyeleri. Özellikle c vitamini, çinko, beta glukanlar (1.3 ve 1.6) ve kara mürver ekstresi. Meyve sebzeler ve takviyeler eğer kendinize de dikkat ederseniz bu kışı atlatmanızı sağlayabilir. Çünkü bağışıklık sistemini çok dirençli hale getiriyorlar.

Dediğim gibi, bu virüsle yaşamaya alışın. Önümüzdeki yıllarda, hatta belki aylar ya da haftalarda mutasyona da uğrayacak, ya daha ölümcül olacak, ki kendi de kaybeder, bu yüzden bunu düşük olasılık görüyorum, ya da o da bizimle yaşamayı öğrenecek. Aşısı bulunsa bile mutasyona her uğradığında aşı işlevini kaybedecek. Grip aşıları da öyledir. Sizi sadece geçmiş senelerin grip virüslerinden korur. Yenilerinden değil. Yani tam koruma sağlamaz. Tam koruma her zaman için bağışıklık sistemimizdir.

Fakat dediğim gibi virüsün canlılığını devam ettirebilmesi için bulunduğu konağı öldürmemesi ve başka konaklara geçebilmesi gerekiyor. Bunun için de mecburen mutasyona uğramak zorunda. Mutasyon dediğimiz şey ise nesille alakalı ve virüsler çok hızlı üreyip öldükleri için bizlerde yıllar alan nesil değişimi onlarda saatler alabiliyor. Bu sayede çok hızlı mutasyon geçiriyorlar. Ve büyük bir olasılık süre geçtikçe virüs bulaştığı kişiyi öldürmeyecek şekilde mutasyon geçirecek. Yani bu virüsü ne kadar geç kaparsanız tehlikesi o kadar az olacak.

Evet, hepimize uğrayacak bu virüs ama ne kadar geç uğrarsa o denli şanslı olacağız. Bu yüzden olabildiğince evden çıkmamak, hijyene dikkat etmek, gerekli şekilde beslenmek, hareket etmek ve gerekli takviyeleri almak gerekiyor. Bunları yapanlar emin olun hepimizden uzun yaşayacak.

Özet
1- Kendinizi karantinaya alın. Virüsle en geç temas edenler en şanslıları olacak
2- Hijyen. V g temizliğe dikkat edin.
3- Meyve sebze yiyin.
4- Bağışıklığa iyi gelen sarımsak, kefir, yoğurt gibi besinler tüketin.
5- Bağışıklığa çok iyi gelen besin takviyeleri ve vitaminler alın. Örnek: beta glukanlar, c vitamini, çinko, kara mürver ekstresi vb.
6- Hareket edin ve evinizde spor yapın.
7- Sigarayı bırakın.
8- Bol su için.    Dr. Mehmet Öz

KİM BUNLAR?

5 Ocak 2020

Yorum Yok

Devamı




Hepsi şahsına münhasır özel üretilmiş, yokluklar içinde yetişmiş yaralı bir nesil…
1950 ile 1970 yılları arasında bu dünyaya merhaba demiş en genci 50, en delikanlısı 70 yaşında HALA 18’LİK DELİ TAYLAR GİBİ İDEALLERİNİN PEŞİNDEN KOŞAN HESAPSIZ BİR NESİL...

Hiçbirinin altına hazır bez bağlanmamış…
Höllük üzerinde yatmış, şeker çuvalından pantolon, canik lastikten ayakkabı giymiş…
Evde inek beslemiş, kendine okulda ABD süt tozu içirilerek beslenmiş, bir garip nesil…
Hiçbirinin renkli çocukluk resmi olmamış…
Hatta hiç bebeklik çocukluk resmi olmamış…
Hiç biri kreş, dershane, özel okul görmemiş…
Ama hepsi profesörlere ders verecek kadar bilgi sahibi olan bir tuhaf nesil…

Harp görmüş, darp görmüş…
Baskı, çatışma, sorguda işkence görmüş…
Karakolda sorgu da Filistin askısını, ceza evini de isyanla tanışmış…
İHANET VE KALLEŞLİKLE işkencede insanın hayvan yüzünü görmeyeni kalmamış…
En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış…
En azı 10 ekonomik krizden nasibini almış…
Tecrübe abidesi yoklukla terbiye edilmiş, direnç abidesi bir nesil…

Bu nesil özel bir nesil, birbirini vatan için katletmiş…
Vurmuş, vurulmuş…
Dövmüş, dövülmüş…
Ne yaptıysa yoluyla yordamıyla kendi meşrebine uygun ahlakına yakışanı yapmış…
Düşmanında merdini aramış, buldu mu hakkını teslim edip onu da sevmiş…
Dostun namerdinden, arkadan hançerleyenden nefret etmiş…
Birbirini yok etme pahasına ölümüne mücadele etmiş, ama neslini tüketememiş…
İntihar sayılmasın diye idam sehpalarına selam veren inançlı yiğitlerde, sırtından kurşunlanıp dostunun kucağında can veren ana kuzuları da bu nesilden çıkmış…
68’liler de 78’liler de bu neslin deli tayları, ipe sapa gelmeyen savaşçıları da bu neslin temsilcileri tarihe adlarını kanları ile yazmıştır…
Bunlar bu neslin üretim harikası mı yoksa üretim hatası mı tartışılır ama bu neslin istisnasız tamamı karşılıksız hesapsız bu vatanı sevmiş…

1950 ve 1970 yılları arasında doğanlar gerçekten özel üretim, çoğu yatılı okumuş, kardeşlik ve paylaşma duygusu zirve yapmış…Çok kitap okumuş, en azı liseyi bitirmiş, hayatı yaşayarak öğrenmiş…
En azı simitçilik, olmadı ayakkabı boyacısı, tamirci çırağı, inşatta amelelik, pazarcılık hamallık yaparak okul harçlığını çıkarmıştır…
Ne ailesine ne devletine ekonomik yük olmamış, geneli bir baltaya sap olmuştur…
Muhannete muhtaç da olmamış, ezilmiş ama ezik kalmamıştır…
Aç, açık, evsiz yurtsuz, aşsız susuz kalmış ama hep hoşgörülü olmuş...
Eğilmemiş, el etek öpmemiş, aç yatmış, kuyruğu dik tutmuş…
Kan kusmuş, kızılcık şerbeti içiyorum demiş…
Dik durmuş, kendi şahsına münhasır özel bir nesildir…
Görevini, sorumluluğunu bilen… Onuru için bir pireye bir yorgan yakan, öfkeli hırçın bir acayip nesil bu. 1950 ile 1970 yılları arasında doğan dinazorlar…
İyi bakın, bunlar bu son kalan kadife ye sarılmış çelik yumruk misali yumuşak gözüküp indiği yeri dağıtan bu özel neslin öfkesinden sakının…

Bu soyu tükenen son kalanlarına aşağıdaki resimlerde iyi bakın…
Bunlar kimi sokakta oyun arkadaşım, kimi ilk okul arkadaşım…
Kimisi öğretmen okulunda aşımı paylaştığım kader arkadaşım…
Kimisi üniversitede silahındaki son kalan mermiyi çatışmada kendimi korumam için benimle paylaşan dava, silah can arkadaşım…
Kimi de DÖRT duvar arasında çıkan isyanda sırtımı dayadığım cezaevi Yusufiye ,Taş medreseli arkadaşım…
Kimisi de Anadolu yollarında ömrümüzü adadığımız bir ülkü, bir ideal dava uğruna bir ömür feda ettiğimiz yol arkadaşlarım…
Bunlara iyi bakın, sizin evinizde de bu resimlerden kalan varsa bunları korumaya alın…
Çünkü bunların nesilleri tükenmek üzere…
Bunların üretimi sonlandı…
Kullanım sureleri doldu, tedavülden kalktı…

Neden bu nesil özel biliyor musunuz?
Bu neslin üzerinden silindir gibi devlet geçti…
Dozer gibi dünya milletleri ezdi geçti…
Hayat bu nesli sınadı, denedi, çarkının dişlilerinden öğüttü ama tüketemedi…
Bu çarktan kurtulabilen kurtuldu…
İşte bu gün nesli tükenen çarkın dişlileri arasından yaralı kurtulan bu nesil, yaralı da sakat da olsa yine de şükretmeyi, tevekkülü, sabırlı davranmayı, yasamayı, hayatta kalmayı bildi…

Bu nesil, ihanetin acısını, dost hançerinin sancısını, ölümüne yoldaşlığı, mezara kadar arkadaşlığı bildi…Dostu için can vermeyi de, elindeki son lokmayı paylaşmayı da, sadakati de vefayı da bildi…
Bu nesil, katı, aksi, deli, serttir…
Bir o kadarda merttir, hoş görülü ve merhametlidir…
Bu neslin yaşarken öğrendikleri bilgi ve kaybederken edindikleri tecrübe en büyük servetidir…
Yani bu 1950 ve 1970 yılları arasında doğan dinazorlar tam bir müzelik antika nesildir…
Onun için 1950 ile 1970 yılları arasında doğmuş, hala inadına yaşayan, ana baba, amca, dayı, teyze, hala, yenge, dede, anneanne, babaanne her neyiniz varsa değerini bilin!
Çünkü bunlar elinizdeki son değerli hazinenizdir…
Oturun onlarla konuşun, dinleyin onlardan geçmişi öğrenin…
Sonra arar da bulamazsınız…
Çünkü onlar yakın tarihin son canlı kaynak kişileri, her biri iki ayaklı sözlü yakın tarih kitabıdır…
Mevlüt Kaleli